HOŞGELDİNİZ
  Siyasal İslam
 

 

 

 

SİYASAL İSLAM KONUSUNDA TOPLUMBİLİMSEL ÇÖZÜMLEMELER

Siyasal İslam, genellikle, (ve hakettiği biçimde) siyasal açıdan ele alınmıştır.

Bu çerçevede, gerek siyasal örgütlenmedeki yeri, gerekse Türkiye'nin siyasal yaşamındaki etkileri pek çok yazar tarafından uzun uzun tartışılmıştır.

Örneğin, Çakır, oldukça ayrıntılı bir biçimde hem "siyasal islamın" partileşme sürecini hem de, bu sürece toplumun nasıl tapki verdiğini, oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatır.

Çakır

"İslamcılar, toplumun büyük çoğunluğunun müslüman olması gerçekliğinden hareketle, demokrasinin İslam'la bağdaşmadığını kanıtlayarak kitleleri ‘şeriat düzeni' diye adlandırdıkları muğlak bir siyasi projenin saflarına çekmek istiyorlar. Bir başka deyişle, tüm müslümanlarda içkin olduğunu düşündükleri ‘şeriat bilincini' açığa çıkartmaya çalışıyorlar.

‘Aşırı laikler' ise, kitlelerin dinle ilişkilerini neredeyse bir hobi olarak algılayıp, onların gündelik hayatını belirleyen temel saikin Batılılaşma projesinin tamamlanması olduğu düşüncesinden hareketle İslam'ın demokrasiyle bağdaşmadığı noktasında İslamcılarla mutabık kalıyorlar." (Çakır, 1994: 108).

Oysa olayın, toplumbilimsel açıdan çok daha derin ve farklı boyutlarının bulunduğu açıktır.

MARDİN'E GÖRE NURCULUK VE SİYASAL İSLAMIN İŞLEVİ

Şerif Mardin

Mardin

Mardin

Mardin

Bunlar, özel kavram ve terimler aracılığı ile bireylere, kültürel açıdan kabul edecekleri mesajları verir, reddettikleri usullerin dışında bir toplumsallaştırma (sosyalizasyon) sağlar.

Mardin

"Bu araştırmada da görüleceği gibi Said Nursi, ‘adet ve kurallar'ı kusurlu veya gücünü kaybetmiş bulan veya bunların gayri meşru sayıldıklarını gören çok sayıda insana hitap etmektedir. Bu koşullarda arta kalan kök paradigmalar, Said Nursi'nin etkisinin temelini oluştururlar." (Mardin, 1992: 13).

Mardin

Mardin

"Bir, kişisel davranışlara rehber teşkil eden ve ideal bir toplumun görünümünü veren ‘haritalar' olarak; iki, kültür çantasında yeralıp, bireyin toplumsal kurallara ve konumlara ilişkin algılamasıyla birlikte, görüntüleri, sesleri ve renkleri anlamlandıran araçları birbirleriyle kaynaştıran başlıklar olarak." (Mardin,1992: 18).

Mardin

Böylece, Mardin'e göre, "nurculuk" Cumhuriyet'in başaramadığı, birey-devlet bütünleşmesini gerçekleştiren bir araç olarak çıkıyor karşımıza.

Böylece "siyasal islam" da, aynı toplumsal görevleri, bir parti çerçevesinde örgütlenen eylemler ile siyaset sahnesine taşıyan bir işleve sahip oluyor.

KIRAY'A GÖRE BİR ARAFORM OLARAK SİYASAL İSLAM

Mübeccel B. Kıray

Kıray

Bir başka deyişle, ülkenin içinde olup bitenler açısından ön plana çıkarılan "siyasal islam" aynı dönemde, ülkenin dışındaki güçler tarafından da desteklenmiştir.

Aslında kendi içinde özel kavramları ve terimleri içeren bu çözümlemeyi kavrayabilmek için, Kıray'ın düşüncelerine biraz daha yakından bakmak gerekmektedir.

Kıray'a

1) Her toplum, her an hem değişme hem de denge halindedir.

2) Her toplumda her an, birbiriyle çatışma halinde olan ögeler vardır; değişmenin itici gücü olan bu durum, toplumların genel bütünlüğünü ve dengesini bozmaz.

3) Her toplum, değişirken, kendinden önce değişmiş ve gelişmiş toplumların modellerini aynıyla ve sarsıntısız olarak izlemeyebilir ama bu durum, toplumsal bütünlüğün ve dengenin ortadan kalkmasını gerektirmez; bazı araformlar ve tampon kurumlar, bütünlüğü sağlar.

İşte Kıray azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülke modellerini aynıyla izleme zorunda olmadıklarını vurgularken, hem genel olarak değişmeden, hem de özel olarak çeşitli ögeler arası değişme hızı farkından doğan uyumsuzluğun ve çatışmanın varlığına karşın, toplumsal bütünlüğün ve dengenin "tampon kurumlar" ya da "araformlar" aracılığı ile her an korunduğunu söylüyor. (Kongar, 1996b: 421-447).

Peki hem çatışma, hem denge aynı anda nasıl oluyor?

Toplum ne feodal, ne kapitalist. Bazı kurumları feodal, bazı kurumları kapitalist. Bazı açılardan sanayileşmiş, bazı açılardan h>â l>â tarım aşamasında. Kentler oluşmuş ama, içleri köylülerle dolmuş.

Böyle bir toplum, bütünlüğünü nasıl koruyor?

Azgelişmiş ülkelerde, değişme dönemlerinde, batı toplumlarında görülmeyen bazı yeni kurumlar, çarpık yapılaşmalar ortaya çıkıyor ve toplumsal bütünlüğü yani toplumsal dengeyi ne yazık ki bunlar sağlıyor.

Nedir bunlar? Kentleşme yerine gecekondulaşmadır. Kamu yararına işleyen demokrasi yerine partilerin bireysel çıkarlara alet edilmesidir (rüşvet, iltimas v.b.). Gerçek sanayileşme yerine, kapkaççı üretimdir; ve daha bunlar gibi pek çok "çarpıklık"tır.

Türkiye'de İkinci Dünya Savaşı sonrasında, tarım toplumu ya da feodal yapı çözülmeye başlayınca, onun yerini batıdaki gibi sanayi toplumu, kentsel yapı ve demokrasi, otomatik olarak alamıyor.

Kentleşme gecekondulaşmaya, sanayileşme montaja, demokrasi çok partili baskı rejimine dönüşüyor.

İşte Mübeccel Kıray, bütün bu oluşumlara, "tampon mekanizma" ya da "araform" diyor: Bunlar ne geride kalmış olan eski yapının, ne de ilerde gözüken yeni yapının kurumlarıdır: Bunlar, değişme sırasında ortaya çıkan ve bütün yoz niteliklerine karşın, toplumsal bütünlüğü sağlayan, geçici nitelikli denge kurumlarıdır.

Cumhuriyetle bilikte, feodaliteden kapitalizme geçiş sürecinde de aynı olaylar yaşanıyor.

Kırsal alanda yaşayan köylü vatandaş, metropollerde yaşayan kentli vatandaş haline dönüştüğü zaman, toplumla ve devletle arasındaki köprüyü kuran "Toprak Ağası"nın işlevlerini yüklenecek örgütlenmelere ve mekanizmalara gereksinme duyuyor.

Türkiye'deki köylü, topraktan koptuğu zaman, devletle ve toplumun öteki kesimleri ile bütünleşmesini sağlayan "toprak ağası"nın işlevlerini, yani "patronaj" ilişkisini, sendikalar ve sivil toplum örgütleri yeterince gelişmediği için, siyasal partiler yükleniyor. (Çok partili düzene geçildiğinden beri gözlenen siyasal yozlaşmanın ve "delege saltanatının" sosyolojik nedeni.)

Böylece siyasal partilerin "ocak-bucak teşkilatları", 1950-1960 arasındaki çatışmaların ve gerilimlerin kaynağı olduğu kadar, köylü ile devleti bütünleştiren örgütlenmeleri de simgeliyor.

27 Mayıs 1960'dan sonra, bunlar kapatılıyor. Bu kez aynı işlevi il ve ilçe örgütlenmeleri yükleniyor.

12 Eylülden sonra siyasal partiler kapatılınca, bu işlev, tarikatler ve cemaatler tarafından yerine getirilmeye başlıyor. İnsanlar, devletle ilişkilerinde ve toplumsal işlevlerinin yerine getirilmesinde, siyasal partiler yerine, tarikatlere ve cemaatlere sığınıyor.

Kıray

1983 seçimlerinden sonra siyasal partiler yeniden açılınca, tarikatlerin ve cemaatlerin işlevi zaman içinde kaçınılmaz olarak azalıyor.

Türkiye'nin geleceği açısından en önemli belirleyicilerden biri olan "siyasal islamın", iç dinamik ögelerine göre çözümlenmesi böylece, zaman içinde önce yükselen sonra düşen bir ivme gösteriyor Kıray'a göre.

Mübeccel Kıray

Burada vardığı sonuç da, "siyasal islamın" yükselişinin, bir "soğuk savaş dönemi" olgusu olduğu.

Sovyetlerin varlığı, hem ülkenin içinde bir islam direnişinin oluşturulmasını, hem de dışardan bir "yeşil kuşak" ile bu ülkenin "sarılmasını", zorunlu kılıyor.

Sovyetler dağılınca, bu iki gereklilik de anlamını yitiriyor. Böylece siyasal islamın, dış dinamik ögelerinden aldığı destek ortadan kalkıyor.

Soğuk savaş dönemi kapandığına göre, dış dinamik ögeleri açısından da Türkiye'de (bütün dünyada olduğu gibi) "siyasal islamın" güç kazanması ve yükselmesi duruyor.

Kıray, temel toplumsal mekanizmasını yukarda açıkladığım iç ve dış dinamik ögelerinin etkileşimi sonunda siyasal islamın geldiği yeri şöyle anlatıyor:

"1970'lerin ortasında Amerika Birleşik Devletlerinde birbirini takip eden çok muhafazak>â r üç başkan döneminde soğuk savaşın en önemli unsuru olarak geliştirilip, sonuna kadar, üniversitelereden medyaya, resmi siyasal ilişkilerden gizli operasyonlara kadar her yönden aşırı dozda dinselliği desteklemek ve bunun siyasi hayatta hakim hale gelmesini ayarlamak için gösterilen çaba Türkiye gibi çağdaş sanayi toplumu haline gelmenin yarı yolunda olan bir toplumda olumlu-olumsuz büyük yankı buldu.

İlginç olan, 1980'lerin başında değişmez ve evrensel (dogma) olduğu ileri sürülen siyasi islam tezlerinin bu muhafazak>â r politikalar yumuşatıldıktan sonra 1990'ların sonunda, ister istemez (zamana ve yerine göre) çeşitlenme gösterdiği, yeniden tefsir edildiği görüldü; giderek İslam'da reform yapılması gerektiği ileri sürülür hale geldi. Bu tutum değişikliği için onbeş yıl geçmesi, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve siyasal islamın, ittirildiği toplumlarda bölünmüş siyasal islam gruplarının birbiri ile mücadeleye girmesi gerekti. Herşeye rağmen sanayileşmiş toplumların formüle ettiği köktendinciliğin yapısal değişmede uzun yol almış toplumlarda hemen kabul edilemeyeceği anlaşılmış oldu. Kolayca tahmin edileceği ve bekleneceği gibi, islamın da değiştiği ‘ılımlı' islam gibi birtakım ara biçimlerin oluşturulduğu, giderek kişiselleşmiş ‘vicdan özgürlüğü' anlamında, siyasetten ayrılmış bir anlam kazanmağa yönelmiş olduğu da görülüyor.

Eğer islam toplumda yalnız kendi hayatiyetine bırakılmış olsa idi çok eski bir yapının parçası olan radikal islam ihç söz konusu olmayacağı gibi, ‘ılımlı' islam da terim olarak bile ortaya çıkmazdı. İleri sanayi taoplumlarının farklılaşmış, örgütlenmiş, yeni elektronik iletişim dünyasının yarattığı küreselleşmenin bir parçası haline gelmiş yapısında, siyasal islamın onlardan kopuk, otariter bir düzeni yaşatması olanağı oyktur. Bugün soğuk savaşın bitiminden sonra hala devam ediyorsa, biraz da ileri sanayi toplumlarının kendi aralarındaki hiyerarşinin oluşması geciktiğinden, dolayısı ile, hangisi, hangi islamı istiyor, açıkça söylenmediğindendir." (Kıray, 1997).

HUNTINGTON VE KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA SİYASAL İSLAM:

Kıray'ın 21. yüzyıl dünyasında islamın siyasal işlevini yitirdiğine ilişkin, benim de katıldığım tezine karşılık, "küreselleşme" olgusu üzerinde duran siyaset bilimcilerden Huntington hemen hemen tam karşı görüşü öne sürer.

Huntington

Huntington

Ulus devletler dünya üzerinde esas rol sahibi olma özelliklerini sürdürmektedir. Fakat soğuk savaş dönemindeki üçlü bölünme (Batı-Sovyet-Üçüncü Dünya) yerini dünyanın sekiz ana uygarlığına göre oluşan bir başka gruplaşmaya bırakmıştır.

Huntington

Huntington

Uygarlık temeline dayalı yeni bir dünya düzeni kurulmaktadır:

Kültürel yakınlıkları olan toplumlar işbirliğine gitmektedir.

Toplumları bir uygarlıktan ötekine aktarmak konusundaki çabalar başarısız olmuştur.

Ülkeler, mensup bulundukları uygarlığın lider devletleri etrafında gruplaşmaktadırlar.

Batı uygarlığının evrensel değerlere sahip olduğu iddiası, onu, öteki uygarlıklarla gittikçe daha çok artan bir çatışma ortamına sokmaktadır. Çünkü Batı için "evrensel" olan, öteki uygarlıklar için "emperyalizmdir".

Bu çatışmaların en ciddileri, İslam uygarlığı ve Çin uygarlığı ile Batı uygarlığı arasında olanlardır.

Huntington

O'na göre asıl etkileşim, Batı, İslam ve Çin dünyaları arasındadır.

Buradaki tehlike de, Batı'nın saldırganlığı, İslam'ın hoşgörüsüzlüğü ve Çin uygarlığının iddiacılığı arasındaki etkileşimin yaratacağı çatışmalardadır.

Yerel savaşlarda, genellikle, müslümanlar ile müslüman olmayanlar arasındaki savaşlarda, "akraba ülkeyi tutma" eğilimi ortaya çıkmakta, bu eğilim bu tür savaşların tırmanma tehlikesini yaratmakta, bu ise onları durdurmak için lider ülkelerin çabalarını arttırmalarına yol açmaktadır.

Batı uygarlığının varlığını sürdürmesi, Amerikanın Batılı kimliğini yeniden onaylamasına ve Batılılıların, uygarlıklarının evrensel değil, tek ve biricik (unique) nitelik taşıyan bir uygarlık olduğunu kabul ederek, onu batılı olmayan toplumlardan gelen saldırılara karşı yenilemek ve korumak icin birleşmelerine bağlıdır.

Uygarlıklararası bir dünya savaşının önlenmesi, dünya liderlerinin, küresel politikaların çok uygarlıklı niteliğini kabul etmelerine ve bu niteliği sürdürmek için işbirliği yapmalarına bağlıdır.

Huntington'un dünya barışının korunması konusundaki önerilerini de üçe indirgemek olanaklıdır:

Birinci olarak,

Bir başka deyişle, uygarlıklar arası nüfuz alanları dikkatle çizilmeli ve bu alanlara titizlikle riayet edilmelidir.

İkinci olarak

Üçüncü olarak

Bütün bu çözümlemeleri sırasında Huntington, birden çok uygarlığın etkisinde olan ülkeler için "bölünmüş ülkeler" diyor:

Meksika, Latin-Amerika ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Eski Yugoslavya, Batı, İslam ve Slav-Ortodoks uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Güney Afrika, Batı ve Afrika uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Keşmir, İslam ve Hind uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Türkiye, İslam ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Rusya, Slav-Ortodoks ve Batı uygarlıkları arasında böllünmüştür.

Huntigton bu görüşleriyle, 21. yüzyıldaki yeni emperyalizmin kültürel temellerini atmak istemekte fakat pek de başarılı olamamaktadır.

Batı uygarlığının değerlerinin evrensel olmadığını, bunların yalnızca Batıya özgü olduğunu söyleyerek, dünyanın geri kalan kısmını "farklı" ilan etmektedir.

Sosyal psikolojinin en basit kuralına göre, "farklılık" duygusu, yani "onlar" ifadesi, "biz" duygusunun zorunlu besleyicisidir.

Huntington, "batı dışındaki uygarlıkları" "farklı" ilan ederek, ve zaman içinde, ne kadar modernleşirlerse modernleşsinler, bu farklılıklarını koruyacaklarını söyleyerek, Batı uygarlığı ile insanlığın geri kalan kısmı arasına kesin bir "ayrımcı çizgi" çizmektedir:

Amerika, Kanada ve Batı Avrupa dışındaki tüm insanlığa "Siz farklısınız, farklı kalın, bize bulaşmayın". demektedir.

Bunun ardında da hisssedilen ama işitilmeyen bir başka varsayım var:

"Batı kendi kendine yeter. Sizin düşmanlığınız sayesinde kendi kendini de yenileyecektir. Dünyanın sınırlı olanaklarının kullanılmasında ise, sizler ancak bizim uygun göreceğimiz ölçüde paylaşım sürecine katılabilirsiniz. Modernleşme ve benzeri süreçlerle, bize benzediğinizi ve sofraya eşit koşullarla oturacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz".

Böylece, özellikle Mustafa Kemal Atatürk'ün yol açtığı bir çağdaşlaşma yoluyla Batılılaşma yöntemine açıkça karşı çıkan Huntington herkese, "oturun oturduğunuz yerde" diyerek, bir anlamda islamın da "siyasallaşmasına" ve "siyasal islamın" egemenliğine yeşil ışık yakmış oluyor.

Bu yaklaşımı ile, Batı dışındaki ülkelerin, Batı dışında kalmalarını sağlamaya çalışıyor.

Bu amaçları bir yana, Huntington'un bilimsel görüşleri, ne derece doğru? Bu çözümleme, 21. yüzyıl dünyasını ne ölçüde etkileyecek?

Huntington

Huntington

Aslında tüm kitap, "Batı"nın "tek ve biricik", taklit edilemez ve erişilemez bir uygarlık sahibi olduğu ve bu özelliğini öteki uygarlıklara karşı korumak zorunda bulunduğu tezine dayandırıldığı için, Atatürk'ün, müslüman ve feodal bir imparatorluktan, "Batılı ve çağdaş bir devlet" yaratma projesinin yadsınması, doğrudan doğruya yazarın ana tezi haline gelmiş.

Tezinin yanlışlığı bir yana, hiç kuşkusuz, Türkiye örneğini ve Atatürkçülüğü, kitabının ana ekseni yaparak, Mustafa Kemal Atatürk'ün evrensel dehasının ve Türkiye'nin gelecek yüzyılda dünya üzerinde "örnek" bir ülke olma özelliğinin önemini onaylamak açısından doğru bir teşhiste bulunmuş.

Huntington

Birinci tepki reddiyecilik. Hem modernleşmenin hem de batılılaşmanın yadsınması biçiminde gelişiyor. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Japonya bunun klasik örneği.

İkinci tepki Kemalizm. Hem çağdaşlamanın hem batılılaşmanın kabul edilmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Örnek Türkiye.

Üçüncü tepki reformculuk. Çağdaşlaşmanın kabulü fakat, batılılaşmanın yadsınması biçiminde oluşuyor. Klasik örnek Mısırda Mehmet Ali Paşa, Çin'de Ch'ing hanedanının son yılları ve 1870-1920 arası Osmanlı İmparatorluğu.

Huntington

Böylece, Amerika, Kanada ve Batı Avrupa dışındaki ülkelere, "Ne yaparsanız yapın, bize benzeyemezsiniz, bizim dışımızda kalmaya mahkumsunuz" diyor.

Huntington

Atatürk

Huntington

Bu öneriyi okuyunca insanın aklına hemen, "Huntington Türkiye'yi neden bu kadar çok seviyor? " sorusu geliyor.

Yani Huntington, sadece teorilerinin doğruluğunu kanıtlamak için mi, neredeyse ikiyüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğunda başlamış olan bir batılılaşma ve çağdaşlaşma sürecini geri çevirmek gibi olanaksız bir öneride bulunuyor?

Kendi uygarlığını uyarmak ve ürettiği düşmanlarla ona yeni bir dinamizm kazandırmak isteyen bir siyaset bilimcinin, öne sürdüğü kuramın doğruluğunu kanıtlamak uğruna, böyle tarih, akıl ve bilim dışı bir öneride bulunmasını anlamak, benim gibi "bilimsel ihtiras sahibi olanlar" için bile çok kolay değil.

Aslında mensup olduğu Batı uygarlığını tek ve biricik olarak tanımlayan ve onu erişilmez bulan Huntington'un Türkiye'ye önerdiği bu çözümün, kendi uygarlığı açısından küçük(!) bir de avantajı var:

Kitabının 145'inci sayfasında bunu da söylüyor: Kuzeyden gelen büyük tehlikeye karşı Türkiye'nin bir siper olarak Batı için yararı kalmamıştır. Artık, Körfez savaşında olduğu gibi, güneyden gelen daha küçük tehditler için olası bir müttefiktir.

Yani, Sovyetlerin çökmesinden sonra Türkiye, Batı için ancak Ortadoğu petrolleri konusundaki bekçilik açısından önemlidir.

Eh, gerisini de varın siz anlayın: Türkiye, Ortadoğu petrolleri konusundaki bekçiliği, Batı uygarlığının bir üyesi olarak mı daha iyi yapar yoksa İslam dünyasının lideri olarak mı?

Ayrıca unutulmaması gereken bir nokta daha var: İslam diktatörlüğü ile yönetilen bir ülkede "dış politika ve askeri müdahale kararları almak", demokratik bir ülkede bu kararları almaktan çok daha kolaydır.

HUNTİNGTON'UN GÖRÜŞLERİNİN ELEŞTİRİSİ

Huntington'un son derece ayrıntılı dipnotlanmış ve pek çok örneklerle dolu kitabı çok etkileyici olmakla birlikte, ilk bakışta bile göze çarpan bazı eksiklik ve tutarsızlıklarla dolu.

Birinci olarak

Bir başka deyişle, Huntington'un sınıflaması birörnek bir kültürel ölçüte dayanmıyor.

Kimi zaman İslam uygarlığı gibi aynı dinden olan ama birbirinden çok farklı nitelik taşıyan ülkeleri aynı gruba koymuş, kimi zaman da aynı dinden olan hırıstiyanları farklı gruplara ayırmış.

Oysa din bazında bir karşıtlık ya da belirleyicilik söz konusu olsaydı, en azından Musevilik, Hırıstiyanlık ve Müslümanlık gibi üç büyük semavi din ve budizm, ya da bunların mezhepleri farklılık ölçütleri olarak kullanılmalıydı.

İkinci olarak

Buna karşılık birbirine çok benzeyen toplumlar da (özellikle Uzak Doğunun budist toplumları ve Batı'nın hıristiyan toplumları gibi) farklı uygarlıklar içinde birbirine karşıt olarak alınmış.

Üçüncü olarak

Tüm tarih boyunca, devletlerin ilişkileri, bize bu ilişkilerde duyguların ve kültürel kimliklerin değil, çıkarların daha önemli rol oynadığını öğretmiyor mu?

Niçin 21. yüzyıl, bu ilkenin değişmesine ve "kültürel kimlik" adı altında son derece muğlak bir ölçütün, ulusal çıkarların, özellikle de ekonomik ulusal çıkarların önüne geçmesine neden olsun?

Dördüncü

Birbirleri ile temasta olan uygarlıklar ya da kültürler, zamanla kaçınılmaz olarak birbirlerini etkiler ve birbirlerinden etkilenirler. Böylece gittikçe birbirlerine benzemeye başlarlar. Bu nedenle de pek çok kültürü ya da uygarlığı çok kesin çizgilerle birbirlerinden ayırd etmek olanaksızdır. Örneğin, Batı uygarlığı ile Latin-Amerika uygarlığının ortak yönleri, farklılıklarından daha fazla değil midir?

Beşinci olarak

Altıncı

Huntington

Her modernleşmenin, zorunlu olarak Batılılaşma olmadığı, daha doğrusu, modernleşen ülkelerin, kendi öz kültürlerini de bir ölçüde koruyarak değiştikleri bir gerçek.

Fakat belli bir teknolojik düzeyin, zorunlu toplumsal ve kültürel değişmeleri de birlikte getirdiği ve bu "birörnekleştirici" etkinin tüm kültürleri birbirine yaklaştırdığı da ayrı bir gerçek.

Türkiye acaba şu anda hem kültür hem de uygarlık olarak, yani hem yerel hem de evrensel olarak Suudi Arabistan'a ya da İran'a mı daha yakın, yoksa, Batıya mı?

Ayrıca Türkiye toplumu nereye doğru değişiyor? Irak'a ya da Libya'ya doğru mu yoksa Fransa'ya ya da Almanya'ya'ya doğru mu?

İşte tam bu noktada Huntington'un toplumsal değişme sürecini yadsıyan ve toplumları statik, (hem durgun hem de duragan) varlıklar olarak gören çözümlemesinin yanlışlığı da ortaya çıkıyor.

1923'den beri hızlanan bir biçimde, aslında kökü 1800'lere dayanan bir modernleşme projesi, Türkiye'nin gündeminde.

Bu proje hiç kukşkusuz Türkiye'yi, kendi kültürünü de koruyarak, Batı dünyasının bir parçası yapacak.

Bu süreç belki, Avrupa Birliği ile değil, Japonya ile bütünleşerek gerçekleşecek, ama mutlaka gerçekleşecek.

Yedinci olarak

Sekizinc

Örneğin, çokkültürlü bir yapıya sahip olan A.B:D. bu açıdan nasıl çatışmalara gebe olabilir? Huntington bu konuyu da es geçiyor.

Dokuzuncu bir nokta,

Onuncu bir nokta

Günümüzdeki gerçeklerle bile uzlaşamayan ve daha da önemlisi bu gerçekler yanlış ise, doğru yolu göstermekte de hiç bir ip ucu veremeyen ve başarı gösteremeyen bir kuram, geleceği ne denli açıklayabilir?

Bence Huntington'un bu çok tartışmalı ve bilimsel olmaktan çok, spekülatif nitelik taşıyan çalışmasının tek bir doğru yanı var, o da bütün kültürlerin, uyuşturucu ile, rüşvetle ve kara para ile savaşmak zorunda olduğu ve bu konuda uygarlıklar ve devletlerarası işbirliğinin gerçekleştirilme zorunluluğu.

Batı dünyasını yönetenlerin, Huntington'un şövenizme yakın duran ve tam bir ayrımcılığı teşvik eden kuramına çok prim vereceklerini sanmıyorum.

Bir yandan dünyada insan haklarının şampiyonluğunu yapacaksınız, ve bu konuda tüm insanlıktan gerçek bir destek alacaksınız, öte yandan, kendi uygarlığınız dışındaki tüm kültürleri aşağılayıp onlara karşı bir "haçlı ruhu" ile saldıracaksınız?

Bu denli ikiyüzlülük uluslararası ahlak (yani ahlaksızlık) açısından olanaklı olsa bile, "küreselleşen dünyamızda" gizlice becerilebilecek bir davranış gibi gözükmüyor.

Bu nedenle, Huntington'un "siyasal islamın" geleceği hakkındaki görüşlerini kabul etmek pek doğru değil.

Olaya, Türkiye'nin Osmanlı döneminde başlayan ve Kemalizm ile doruk noktasına erişen bir "modernleşme projesi" ve bu projeye karşı islamın gösterdiği tepkilerin "siyasal platformdaki" yansımaları çerçevesinde bakmak, daha doğru bir metodolojik yaklaşım gibi görünüyor.

, "uygarlıklararası çatışmalardan kaçınılması" görüşünün, çok yakın tarihte ve günümüzde tanık olduğumuz Amerika'nın Körfez savaşı gerçeği ile doğrudan çatışıyor olmasıdır.
özellikle kültürel açıdan bölünmüş ülkeleri değerlendirirken, seçmen davranışının, yani oy dağılımlarının belirleyici olduğunu düşünmesi, bu nedenle de uygarlık ayrımı gibi temel kültürel bir konu ile günlük siyasal tercihlerin bire bir örtüştüğü gibi bir yanlışa düşmesi, üstelik bu yaklaşımına karşın, Türkiye'deki durumu da yanlış yorumlaması, yüzde 20 oy alan bir partiyi neredeyse halkın çoğunluğu gibi göstererek, Refah Partisi'nin "yüzde 99'u müslüman olan Türkiye'de biz çoğunluğu temsil ediyoruz" söylemi ile yaptığı propagandada düştüğü aynı hatayı tekrarlamasıdır.
i bir nokta, kültürel farklılık, (ister dine dayansın, ister ırka) bu denli önemliyse, neden, kültürel farklılıklar, uygarlıklar arası çatışmaları belirliyor da, aynı devletin içindeki farklı kültürler açısından işlevsel olmuyor?
, yine Türkiye'yi de ilgilendiren biçimde, Batılılaşma süreci için, İslami değerlerin tümüyle yadsınması gerektiğini söylüyor. Oysa böyle "toptancı" yaklaşımlar, çoktan terkedildi sosyal antropoljide. Huntington, Hırıstiyanlıktaki bölünmelere, uygarlık farklılaşması açısından aşırı değer ve anlam verirken, İslamı, nedense h>â l>â ilk çıktığı andaki gibi, dogmatik, değişmez ve daha önemlisi "monolitik" bir yapı olarak kabul etme yanlışını yapıyor.
, her modernleşmenin Batılılaşma olmadığını söylüyor ve daha da ileri giderek, ne denli modernleşirse modernleşsin, farklı uygarlıklardaki toplumların uygarlık değiştiremediğini ve Batılılaşamadığını belirtiyor. Hatta bu nedenle, bir de "bölünmüş ülkeler" listesi veriyor.
bir nokta ise, doğrudan doğruya Türkiye örneğinin yanlış yorumunda yatıyor.
, Batılılaşma ile modernleşme (çağdalaşma) ayrımı, hem net değil, hem de anlışıldığı kadarıyla, modernleşmeyi, teknik olanakların kullanılması olarak kabul etmesi doğru değil.
bir nokta Huntington'un, Kültürel Antropolojide, uygarlıkların birbirlerini etkilemelerini açıklayan "akkültürasyon," ve "inkültürasyon" denilen, "kültürleşme" ve "kültürlenme" süreçlerini gözardı etmesidir.
, Huntington, kültürleri birbirine benzer ülkelerin ittifak yapacağını söylerken çok basit bir gerçeği, uluslararası ilişkilerde, çıkarların, her türlü duygunun önüne geçtiği gerçeğini gözardı etmiş.
, saydığı uygarlıklar çerçevesinde (Türkiye ile Libya veya İran gibi, ya da birbirleriyle yıllarca savaşmış olan İran ve Irak gibi) birbirine hiç benzemeyen toplumlar aynı uygarlık içinde görülmüş.
, dine ve kültüre büyük önem vermesine karşın, tanımlanan uygarlıkların temel nitelikleri ne din ne mezhep, ne ırk, ne de milliyet bazında aynı.
'a göre Batı'nın laik ve demokratik düzeninde yeterince deneyim kazanmış olan Türkiye, artık İslam aleminin lideri olabilir. Ama bunu yapması için, Rusya'da Lenin'in reddededildiğinden daha şiddetle Atatürk'ün mirasını yadsımalıdır. Bu ise ancak hem siyasal hem de dinsel açıdan meşruiyet sahibi olan üstelik de Atatürk kalibresinde (terim Huntington'undur) bir lider tarafından gerçekleştirilebilir.
'ün toplumu laikleştirmesinden dolayı, Osmanlı İmparatorluğu'nun İslam uygarlığının merkez ülkesi olma rolünü Türkiye'nin devam ettiremediğini ve bu rolü, laik olduğu için, şimdi de üstlenemeyeceğini belirten Huntington, ülkemiz için bir reçete sunma bonkörlüğünü de gösteriyor:
Türkiye için, batı uygarlığının içinde ikinci sınıf bir ülke olmaktansa, islam uygarlığı içinde bir merkez-lider ülke olmanın daha uygun olduğunu belirtiyor.
günümüzdeki tüm uygarlıkları ve geçirdikleri deneyimleri inceleyerek, bu her üç tepkinin de farklı nedenlerle, batı dışındaki toplumların "Batılılaşmasını" sağlayamadığını söylüyor.
'a göre, Batı uygarlığı dışındaki ülkelerin batılılaşmaya ve modernleşmeye (çağdaşlaşmaya) karşı üç tepkisi oluşuyor:
'a göre, batı uygarlığı dışındaki ülkelerin hangi yolla olursa olsun, "batılılaşması" olanaksızdır.
, Uygarlıkların Çatışması adlı kitabındaki ana tezlerini Kemalizm'i irdeleyerek ve onu reddederek geliştiriyor.

HUNTİNGTON'UN TÜRKİYE HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ VE ÖNERİLERİ

, bütün uygarlıklardaki insanlar, öteki uygarlıklar ile ortak olan değerlerini, kurumlarını ve davranışlarını belirlemeye çalışmalıdırlar. Çünkü asıl savaş, Uygarlık ile Barbarlık arasında olacaktır.
, uygarlıkların iç içe geçtikleri karışık bölgelerde, lider ülkeler birlikte hareket etmeli ve farklı uygarlıklardaki ülkelerin birbirleri ile çatışmalarını engellemelidir.
her uygarlığın merkezi ya da lideri olan ülke, öteki uygarlıklarla olan çatışmalara karışmaktan kaçınmalıdır.
aslında bütün bu uygarlıkların birbirleri ile yoğun bir çatışma içinde olduğunu söylemiyor.
'a göre modernleşme süreci, Batılılaşmadan başka birşeydir ve ne anlamlı bir bütünlüğü olan evrensel bir uygarlık, ne de batılı olmayan toplumların batılılaşması sonucunu vermektedir. Uygarlıklar arasındaki güç dengesi değişmektedir: Batı'nın göreli etkisi azalmaktadır. Asya uygarlıklarının ekonomik, askeri ve siyasal gücü artmaktadır. Müslümanlar, İslam ülkelerindeki ve komşularındaki istikrarı bozacak bir nüfus patlaması yaşamaktadır. Batılı olmayan uygarlıklar, genellikle, kendi kültürlerinin değerli olduğunu yeniden onaylamaktadır.
'a göre bu uygarlıklar şunlardır: Batı, Sind (çevresindeki ülkelerle birlikte Çin), Japon, İslam, Hind, Slav-Ortodoks, Latin-Amerikan,ve muhtemelen Afrika. Tarihte ilk kez küresel politika çok kutuplu ve çok uygarlıklı hale gelmiştir.
'a göre Sovyetler Birliği çöktükten sonra, dünyada insanlar arası farklılıklar, ideolojik, siyasal ya da ekonomik olma özelliğini kaybetmiştir. Bugünkü dünyada insanlararası farklılıklar artık esas olarak kültüreldir. Eskiden insanlara "Hangi taraftansın?" diye sorarlardı. Şimdi "Kimsin" diyorlar
'a göre soğuk savaş sonrasında dünya artık, din ağırlıklı kültür farklılıklarının egemen olduğu değişik uygarlıklar arasındaki bir çatışma ve denge ortamına girmiştir (Huntington, 1996).
, günümüzün en belirleyici siyasal gücü saydığı "siyasal islam"a bir de "dış dinamik ögeleri" açısından bakıyor.
, böylece, siyasal islamın güçlenmesini doğrudan doğruya, tarikatların siyasal işlev yüklenmesi olayına bağlıyor.

, göre bütün toplumların üç temel özelliği vardır:
'a göre "siyasal islam"ın, "iç dinamik ögeleri açısından" yerine getirilen bu "tampon mekanizma" ya da "araform" niteliği, 1970'li yılların ortalarında doruk noktasına erişen bir "dış dinamik" tarafından da desteklenmiştir.
, "siyasal islam"ın, ülke içi dinamikler açısından bir tampon kurum, bir araform olduğunu ve Türkiye'nin çağdaşlaşma sürecinde bir dönem, "toplumu bütünleştirici ve dengede tutucu" ama "geçici" bir işlevi yerine getirdiğini düşünür.
, bütün kitabı boyunca Said Nursi'nin söyleminin bu her iki işlevi de yerine getirdiğini anlatıyor.
için, "kök paradigmaların" iki işlevi vardır:
, "kök paradigma" kavramına örnek olarak, "Gazi" deyimini gösteriyor ve bu deyimin Türk kültüründe sahip olduğu çeşitli anlamları açıklıyor.
, şöyle devam ediyor:
, önce Turner'e gönderme yaparak "kök paradigma" kavramını tanımlıyor: Buna göre "kök paradigmalar, bireyler, açık seçik bir biçimde egemen kurallar ve usuller tarafından yönlendirilmediklerinde işe karışan ve bireyleri etkileyen, resmi topumsallaştırma (sosyalizasyon) araçlarının dışındaki öznel paradigmalardır".(Turner, 1974:67).
, Cumhuriyet'in, birey ile toplum arasında, İslam dini aracılığıyla kurulmuş olan bağları yok ettiğini ve bu nedenle, bireylerin devletle bağlarının koptuğunu düşünür ve İslam dinin Said Nursi'nin Nurculuk aracılığı ile bu bağları yeniden kurduğunu öne sürer.
, çağdaşlama yönündeki değişmenin, laikliği getirdiği oranda, dini, toplumsal ve bireysel yaşamın dışına çıkardığını, böylece de bireyleri birarada tutan "harcı" yok ettiğini düşünür. (Mardin, 1992: 282-285).
, değişen ve çağdaşlaşan toplumlarda, dinin kaçınılmaz bir biçimde, bireyin toplumla bütünleşme sorunlarını çözen en önemli mekanizma olarak işlevini sürdürdüğü ve sürdürmesi gerektiği kanısındadır.
'ın şu çözümlemesi, "siyasal islam" konusundaki siyasal gözlemler açısından oldukça yaygın bir görüşü yansıtmaktadır:
 
  Bugün 40 ziyaretçi (41 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol